Bizans İmparatorluk Tarihi
Bizans İmparatorluk Tarihi
Bundan tam 2600 sene evvel, antik Yunanistan’ın Megara kentinin efsanevi kralı Byzas, yeni bir şehir kurmak üzere yollara düşmeden önce Delfi’ deki Kehanet tanrısı Apollon’un Tapınağına gider ve paha biçilmez hediyelerini sunduktan sonra Tapınak Kahininden yeni şehri nereye kurması gerektiğini öğrenir. Kahinin “Körler Şehrinin tam karşısı” şeklindeki tavsiyesi çok anlaşılır olmasa da, rotasını Karadeniz olarak belirleyen Byzas hemen yola koyulur. Çok geçmeden Marmara Denizini aşıp İstanbul Boğazına ulaşır. Buraya vardığında gördüğü mükemmel manzaraya hayran kalır. Üstelik olağanüstü bir doğal limana (Haliç) sahip tepelik yarımada bomboştur! Buna karşılık şehir kurmaya hiç de elverişli olmayan karşı kıyıda insanlar yaşamaktadır. İşte o an yola çıktığından beri kulaklarında yankılayan kahinin sözünün anlamını kavrar ve bu mükemmel coğrafyayı göremeyip, yanlış yerde şehir kuranların kör olması gerektiğini düşünür. Böylece yolculuk biter, kentini “Körler Şehrinin tam Karşısına” kuran Byzas, buraya kendi adını verir; Byzantion.
Mükemmel şarabı ve lezzetli balıklarıyla bilinen bu şehir Karadeniz’e yolculuk edenlerin uğrak yeri olarak kısa zamanda gelişir ve önemli bir ticaret şehri haline gelir. Ancak artan cazibesine paralel olarak sık sık saldırıya uğrar ve pek çok savaşa sahne olur. Önce Darius gelir o çok uzakta ki Pers Ülkesinden, sonra Spartalılar,derken Büyük İskender’in Granikos zaferinden (M.Ö. 334) sonra da Makedonyalılar. Ama bitmemiştir henüz “Kraliçe Şehrin” çilesi, savaşlar sürer; Rodos, Bergama ve Bitinya Kuvvetleri şehri işgal ederler (M.Ö. 179) ve bir yüzyıl kadar sonra bu kez Pontus Kralı Mithridates ile Roma arasındaki savaşın kurbanı olur. Ardından Roma’nın galip gelmesi ve “Pax Romana” sayesinde şehir yeniden eski parlak günlerine kavuşur.
Ancak 2.yy’ın sonundan itibaren barışın bitmesi ile kötü günler geri gelir; Septimus Severus 196 yılında Byzantion’u işgal eder ve yağmalar. Fakat çok kısa zamanda şehrin stratejik önemini kavrar ve büyük bir imara girişir, yeni surlar yaptırarak, şehri büyütür. Dördüncü yy. başına gelindiğinde ise Roma İmparatorluğu büyük ayaklanmalarla temellerine kadar sarsılmaktadır; Diokletian’dan sonra ki taht kavgalarından Licinius’u yenerek galip çıkan Büyük Konstantin 324 yılında Byzantion’u teslim alır. Bu tarih hem İstanbul hem de Roma İmparatorluğu için yeni bir Milat olacaktır.
İmparatorluğunu yeniden yapılandırmayı planlayan Konstantin için zaferini simgeleyecek yeni bir kent gereklidir artık. Önce atalarının doğduğu varsayılan topraklara, Truva’ya gelir; ancak burada aradığını bulamaz. Çünkü o bir zamanların kahraman savaşçıların şehri, efsanelere konu olmuş Truva’sı, bataklıklarla çevrili minicik bir kente dönüşmüştür. Hem neredeyse bütün yıl esen kuvvetli rüzgarı, hem de sık sık yineleyen depremleri nedeniyle orada yeni bir başkent kurmak istemez. Buna karşılık Karadeniz ve Akdeniz arasındaki Deniz Ticaret’inin yanı sıra Asya ve Avrupa arasındaki Kara Ticaret’inin de kontrol noktası olan Byzantion, üç tarafı denizle çevrili olmasından dolayı stratejik açıdan son derece önemli ve olası bir saldırı esnasında da kolayca savunulacak bir şehirdir. Üstelik kusursuz bir limanı vardır; Altın Boynuz (Haliç). Bu liman daha sonra diğer pek çok ülkenin tüccarlarınca pek sevilecek ve uluslararası ticaretin merkezi haline gelip, gerçekten adına yaraşır şekilde dünyanın en zengin limanı olacaktır. Böylece Konstantin Üsküdar savasinda kazandigi zaferin anisina “Yeni Roma”sını burada kurmaya karar verir ve 326 yılından itibaren şehir imar edilmeye başlanır. Şehrin etrafına yeni bir sur yapılır, geniş caddeler ve büyük meydanlar imparatorluğun her tarafından toplanan antik sanat eserleri ve heykellerle süslenir, büyük hamamlar, tapınaklar, çarşılar, sarnıçlar inşa edilir, Hipodrom ‘un inşaatı tamamlanır. 11 Mayıs 330 tarihinde görkemli kutlamalar eşliğinde yeni bir Başkentin kurulduğu şehrin merkezinde ki Hipodrom ‘da tüm dünyaya ilan edilir. Bir yandan at ve araba yarışları yapılırken, diğer yandan ahaliye yiyecek, giyecek ve para dağıtılır, şehrin görkemli hamamları halkın kullanımına açılır. Bu aynı zamanda pek çok tarihçi için Bizans İmparatorluğunun doğum
günüdür.
Bizans İmparatorluk Tarihi “Bizans İmparatorluğu” kavramı Alman tarihçi Hieronymus Wolf’un 1557 yılında Corpus Historiae Byzantinae isimli eserinin yayımlanmasıyla ortaya cıkmıştır ve 17. yy.’dan itibaren de yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. Oysa İstanbul’un Osmanlılar
tarfından fethiyle tarih sahnesinden silinene kadar bu imparatorluk “Roma İmparatorluğu” şeklinde adlandırılmaktaydı ve vatandaşları kendilerini “Romalı” olarak tanıtırlardı. Öyle ki 1453 deki savaşın son anlarında bile XI. Konstantinos’un halkına Yunanca olarak gerçek Romalılar olduklarını kanıtlama çağrısında bulunduğu söylenir. Bütün bu özelliklerine rağmen Bizans, Avrupa’da “uygarlığın şimdiye kadar idrak etmiş olduğu en rezil ve en adi biçimi olduğu” veya “değersiz olduğu” veya “imparatorluğun tarihinin papazların, hadımların ve kadınların, zehirlemeler, suikastlar, değişmek bilmez nankörlüklerin monoton hikayesi olduğu” şeklinde algılanmış, İtalyan Rönesans’ına yaptığı
katkılar göz ardı edilmiş, Bizanslılar hizipçi ve sapkın ilan edilmişlerdir. Kimbilir belki de bu iftiralar, Haçlıların Hıristiyan dindaşlarını yağmalamalarını haklı gösterebilme çabalarından kaynaklanıyordu.
Bizans İmparatorluğunun adlandırılışının yanısıra kuruluş tarihi de uzmanların tartışma konularından biridir. Kimilerine göre Büyük Konstantin’in İstanbul’ kurmasi ve akabinde 2. bir Senatonun burada acilmasi, yeni bir imparatorluğun doğumunu müjdelemektedir, kimilerine gore ise I. Theodosius’un ölümünden sonra imparatorluğun Doğu Roma ve Batı Roma olarak bölünmesi Milat Kabul edilmelidir. İmparatorluk teorik olarak bir bütünlük arz etse de, üçüncü yy.ın sonlarına doğru, yani Diokletianus (284-305) döneminde ikiye ayrılmıştı zaten. Britanya’dan Karadeniz’e, Kafkaslar ve Fırat nehri üzerinden Mısır’a uzanan ve tüm Kuzey Afrika’yı Atlantik’e kadar kaplayan bir imparatorluğu tek bir elden ve tek bir merkezden yönetmek epey zorlaşmıştı çünkü. Pax Romana’nın (Roma Barışı) bitişinden beri hem Doğu’dan hem Batı’dan saldırılar artmış, iç savaşlar imparatorluğu iyice yıpratmıştı.
Bu gidişata çözüm olarak Diokletianus tarafından Tetrarki (Dörtlü Yönetim) denilen sistem kurulmuş ve buna göre hem Doğu’ya hem de Batı’ya iki Augustus ve iki Caesar atanmıştı. Augustusların görev süresi 20 yıl ile sınırlıydı ve bu süre bittiğinde Caesar’lar yeni Augustus’lar olarak idarenin başına geçeceklerdi. Diokletian Doğu’nun Augustus’u olarak Nikomedia’da (İzmit), Maximian ise Batı’nın Augustus’u olarak Mailand’da (Milano) hüküm sürdü. Caesar olarak ise Galerius ile Büyük Konstantin’in babası Konstantius Chlorus’u seçmişlerdi. Bu yöntem o dönem için oldukça mantıklı bir düzenlemeydi. Ancak Diokletianus ve Maximian’dan sonra sistem çökmüş ve yeniden tek bir imparatorun hakimiyeti kabul görmüştür. Babasının 306 yılındaki ölümünden sonra İngiltere’nin York şehrinde ordusu tarafından imparator ilan edilen Büyük Konstantin pek çok ayaklanmayı bastırmış ve rakiplerini yenmiş, 324 yılından itibaren tek başına iktidar olmuştur. İktidara gelir gelmez de iktidar kavgalarının uzağında, barışın yeniden hakim olacağı yeni bir yönetim merkezi aramaya başlamış ve hemen yakininda en son rakibinden kurtuldugu Byzantion şehrinde karar kılmıştır. Büyük Konstantin’in Hıristiyanlığı resmen serbest bırakması, üstelik var olan baskentlere bir yenisini ekleyip politikanın merkezini Doğu’ya kaydırması yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur.
Genellikle bu süreç “Geç Antik Dönem” veya “Erken Bizans Dönemi” olarak adlandırılır. Tarihçiler Erken Bizans Dönemini İmparator Heraklios’un iktidarına kadar (610-641) devam ettirirler. Orta Bizans ise İstanbul’un Latinler tarafından işgal edilmesine (1204) kadar olan dönem olarak kabul görür. Geç Bizans ise 29 Mayıs 1453 de Konstantinopolis’in Osmanlılar tarafından fethedilmesiyle sona erer. Erken Bizans Dönemi’nin en güçlü imparatorlarından I. Theodosios’un döneminde büyüklüğü 3.7 milyon kilometrekareye ulaşan imparatorluk, onun 395 yılındaki ölümünden sonra bu kez bir kez daha ikiye ayrılmış ve Batı’da Honorius (395-423), Doğu’da Arkadios (395-408) tarafından yönetilmiştir. Ancak bu iki imparatorluğun kaderi daha sonra oldukça farklı şekillenecek, ve kısa sure sonra Vizigot’lar ve Vandal’lar tarafından hırpalanan Batı Roma tarih sahnesinden silinecektir. Bu topraklar daha sonra Jüstinyen döneminde tekrar Doğu Roma İmparatorluğuna katılacaktır.
Jüstinyen becerikli komutanı Belisar sayesinde hem Vandallara hem Vizigotlara karşı büyük zaferler kazanır, kaybedilen toprakları geri alır. Ancak yine de bu zaferler imparatorluğun 150 sene önceki büyüklüğüne kavuşmasına yetmez ve imparatorluk toprakları 2.7 milyon kilometrekareye düşer. I. Konstantin’ den I.Jüstinyen’e kadar olan 200 senelik dönem içerisinde İmparatorların yanısıra Helena’nın ardından, Galla Placidia, Pulcheria, Anicia Juliana gibi İmparatoriçelerin ve asilzade kadınların etkinliği artmış, hukuk, sanat, mimari gibi pek çok alanda önemli adımlar atılmış ve büyük gelişmeler yaşanmıştır. Ancak Jüstinyen’in ardından bu altın dönem cok uzun sürmemiş, 6. yy sonundan itibaren Balkanlar, Doğu Anadolu, Suriye ve Filistin de büyük kayıplar yaşanmıştır. İkiyüz seneden sonra ilk kez bir imparator (Maurikios 582-602) atına atlayarak ordusunun başında sefere cıkmıştır. Ancak ne Maurikos’un ne de daha sonra tahta çıka Herakleios’un (610-641) çabaları yeterli olacaktır; gerci İran bir tehlike olmaktan çıkar ama bu kez Araplar ilerlemeye başlamış, Küdüs, Antakya, Mısır kaybedilmiştir.
Bu güçlü sarsıntılar Bizans’ta yeniden yapılanmayı gerektirir. Ülke “Tema”lara bölünür ve her bir “Tema”nın başına bir askeri yönetici gelir. Balkanlardaki durum ise göçebe bir halk olan Bulgarların gelmesiyle Bizans aleyhine bozulur. Bu zor dönemlerde imparatorluğu daha da güç duruma düşürecek taht kavgalarını önlemek için başvurulan gözleri kör etme, dil, burun, kulak gibi uzuvları kesme gibi yöntemler oldukça ürkütücüdür. Ancak ortadan kalkması bir yana, kısa bir sure sonra imparatorluğu yeniden stabil hale gelmesini sağlayan III. Leon (717-741) döneminde bu insanlık dışı muameleler kanun maddesi haline getirilecek ve yasallaşacaktır.
Yine aynı dönemde ikonalar yasaklanacak, ancak bu yasak, ikonakırıcılığı bir sapkınlık olarak gördüğünü açıkca ilan eden Batı Kilisesi tarafından protesto edilecektir. Her ne kadar muhteşem güzellikteki ikonaların bir kısmı, onları ortadan kaldırmaya içleri elvermeyen pek çok papaz ve keşiş sayesinde yok edilmekten kurtulsa da, pek çok değerli ikona bu dönemde ikonaklazmın kurbanı olacaktır.
Dokuzuncu yy.da Bizans tekrar parlak bir döneme girer. Bu durum büyük ölçüde 867 de I.Basil’in tahta geçmesiyle başlayan Makedonya Hanedanı’nın güçlü yöneticeleri sayesindedir. VI.Leo, VII.Konstantin, II. Basil, Zoe (imparotoriçe) bu Hanedanın en bilinen imparatorlarıdır. İmparatorluk yeniden Balkanlarda ve Orta Do- ğu’da en güçlü devlet olmuştur ve bu durum 11.yy.ın ortalarına kadar sürer. Ayrıca Bulgarlar’ın Hıristiyan olmasıyla Balkanlarda durum değişmeye başlar. Bununla beraber Bizans’ın Balkanları ele geçirmesi “Bulgar kasabı” lakaplı II. Basil’in döneminde gerçekleşir. Onun sayesinde Adriyatikten Karadenize kadar uzanan Bulgar toprakları Bizans’ın kontrolüne gecer, Don nehri yeniden sınır olur. Doğuda ise Gürcülere ve Ermenilere karşı kazanılan zaferlerle Bizans hakimiyeti Kafkaslar’a kadar genişler. Bu Orta Bizans döneminde ulaşılabilen en geniş sınırlardır. İtalya da ise Ravenna’nın kaybedilmesinden itibaren, Bizans’ın pek bir iddiası kalmamıştır. Lombard’ları silen Frank’lar Papadan aldıkları destekle, kendilerini Roma imparatorluğunun varisi ilan ederler ve Bizansa cephe alırlar.
Fakat bu parlak dönem uzun sürmez. 1071 yılında Malazgirt savaşını kaybeden Bizans Anadolunun büyük bir bölümünü Selçuklu’lara kaptırır. 13. yy’ın ikinci yarısına kadar varlığını sürdürecek Selçuklu Devleti Başkentini Anadolu’nun ve İpek Yolu’nun enönemli ticaret kentlerinden biri olan Konya’da kurar. 1081 yılından itibaren Bizans tahtının yeni sahibi Komnenos Hanedanı’dır. İlk hükümdar I.Alexios’dur. Kızı Anna Komnenos “Alexias” adlı eserinde babasının barbarlar tarafından kuşatılmış, bütün yardım kanalları kesilmiş bir imparatorluğu devir aldığını yazar.
Düşmanlarına karşı ittifaklar yapmak zorunda kalan Bizans, öncelikle Normanlara karşı koyabilmek için Venedik’le anlaşır. Ancak yapmak zorunda kaldığı bu sözleşme ile ağır bir bedel öder; gümrük indirimleri, imparatorluğun değişik bölgelerinde ticari haklar, Konstantinopolis’de Venediklilere ait ticaret kolonisi için toprak parçası vermek gibi büyük özverilerde bulunulur. Daha sonra Pisa ve Cenova gibi başka şehirle-
re de benzer haklar tanınacaktır.
Selçuklularla başa çıkmak için çağrılan Haçlı orduları ise önce Bizans’ın isteğine uygun hareket etselerde, kısa süre sonra gerek Kudüs’e, gerek Konstantinopolis’e ilgi duymaya başlamaları yüzünden Bizans’ın başına ayrıca dert açacaklardır. Bütün bu çabalara rağmen Bizanslılar Anadolu’da Selçuklular’a, Balkanlarda Dalmaçya ve Sırbıstana yenilecekler, Normanlar ise Selanik’e kadar geleceklerdi.
Nihayet 1204 yılında Venedik önderliğinde 4.Haçlı Ordusu İstanbul’u ele geçirecekti. 12. yy’da Konstantinopolis’de oturan ve ticaret yapan Venediklilerin uğradıkları kovuşturmalar oldukça büyük bir memnuniyetsizlik yaratmıştır zaten. Yanısıra şehrin Doğu Akdeniz Deniz Ticaretinin kontrol noktası olması, büyüleyici zenginliği, Venedik’lilerin bu şehre göz dikmesinin diğer sebebleriydi. Venedik 200 gemi ile 4. Haçlı Seferine katkıda bulundu. Başkentin, Venedik yardımıyla Latinler tarafından fethi, Bizans’a indirilen en ağır darbelerden biri olacaktı. Sayısız yangından ve saldırıdan yorgun düşen Konstantinopolis’liler şehri savunamadılar ve üç gün boyunca yağmalanan kiliselerden, saraylardan, meydanlardan çok değerli kutsal emanetlerin, dini objelerin, lüks eşyalarin, değerli mücevherlerin, antik heykellerin sandıklara doldurulup, gemilere yüklenmesini izlemek zorunda kaldılar. İmparator ailesi, yüksek memurlar, aristokratlar, bilim adamları ve sanatcılar, yani imkanı olan herkes ailesiyle beraber şehirden kaçtı. Kısa zamanda 3 ayrı sürgün bölgesinde birbirleriyle rekabet eden 3 ayrı iktidar oluştu. (İznik-Trabzon-Epiros). Bunlardan en güçlüsü Nicea (İznik) İmparatorluğu idi.
1261 yılına kadar süren Latin İşgali, VIII Mikhail Palaiologos (1259-1282)’un Caesar yaptığı Aleksios Strategopulos sayesinde hiç beklemedik bir şekilde sona erdi. Bulgar sınırını kontrol etmek üzere Trakya’ya gönderilen Ceasar Aleksios, yolda tesadüfen Latin Ordusunun Karadeniz’de bir kaleyi ele geçirmek üzere Konstantinopolis’den ayrıldığını öğrenmiş ve bu fırsatı kaçırmamıştır. Derhal rotasını başkente çevirmiş ve savunmasız kalmış şehrin surlarının gizli bir geçidinden şehre girmiştir. Latin imparator direnmeden, Venedik gemisine atladığı gibi ülkesine geri dönmüştür. Böylece kimsenin burnu kanamadan ele geçirilen eski başkente, imparator VIII. Mikhail Palaeologus 3 hafta sonra muzaffer bir ordu komutanı gibi Altın Kapı’dan geçerek girmiş ve 57 seneden sonra yeniden bir Bizans İmparatoru gerçek tahtına oturabilmiştir. Ama ne hazindir ki bu 57 senelik ayrılık bir zamanların muhteşem Konstantinopolis’i için büyük bir yıkım olmuş, Avrupa’nın açgözlü yağmacılarının elinden kurtulamayan şehirden geriye, yanmış yıkılmış saraylar, evler, bu evlerin arasında otlayan koyunlar, hatta şehrin göbeğinde buğday tarlaları ve sadece 35 bin nüfüs kalmıştır.
Boşalmış devlet kasasıyla herhangi bir işe girişmek elbette mümkün değildir. Bu nedenle herşeyden once şehir surları ile kiliselerin ve manastırların onarımına başlanır. İmparator şehrin yeniden inşasını planlarken,12 Bizans’ın Asil Kadınları özellikle dini- bütün Bizanslıların takdirini kazanmak ve Kilise desteğini alabilmek için dini binaların restorasyonuna önem vermiştir. Kendisi de özellikle korumaya elverişili konumundan dolayı Tekfur Sarayına taşınır.
Yaklaşık 10 yıl süren bakım ve onarımlardan sonra Aristokrasi geri gelir, sanatçılar ve edebiyatçılar yeniden üretmeye başlarlar, özel kiliseler ve manastırların yapımına başlanır, saraylar onarılır. Elbette Venedik’in değil ama Cenova’lıların ticaret antlaşmaları yenilenir, Pera’da Benedikt, Dominikan, Fransiskan mezhepleri için kiliseler ve manastırlar yapılır. Hatta Memluk sultanı Baybars’ın (1260-1277) katkısıyla müslüman tüccarlar için bir cami bile inşa edilir. Mikhail bütün bunların yanısıra Katolik Kilisesi ile birleşmeye pek hevesli olduğundan bu konuda yoğun
çaba sarfeder ve hatta 1274 Lyon Konsilinde Katolik Kilisesi ile birleştiğini resmen açıklar. Oysa Latinlerin fenalıklarını unutmamış olan Bizans halkı bu birleşmeden hiç hoşlanmaz.
Bütün bunların yanısıra Balkanlarda Bulgarlar ve Sırplar, Doğu da ise Osmanlılar Bizans’ı tehdit etmeye devam ederler. Bursa ve İznik’i alan Osmanlılar kısa sürede Avrupa kıtasına geçip, Gallipoli (Gelibolu) ve Hadrianapolis (Edirne) gibi şehirleri ele geçirirler, Bulgar ve Sırp ordularını yenilgiye uğratırlar. Böylece Konstantinopolis şehri ile Kuzeybatı Yunanistan’da ve Peloponnes yarmadasında bir avuç toprak parçasından başka herşeyini kaybetmiş Bizans, Osmanlılar için son derece kolay bir hedef haline gelir.
Elbette Yunanca konuşan Hristiyan Bizanslılar ile Türkçe konuşan müslüman Selçuklu veya Osmanlılar, yaklaşık 200 yıl boyunca ilişki içerisinde idiler, barış zamanında dost, savaş zamanında düşman oldular. Ama özellikle her iki toplumda da elitler gerek askeri alan- da bilgi alışverişi yapmaktan, gerek kız alıp-vermekten geri kalmadılar, hatta sultanlar oğullarını eğitim için Bizans sarayına gönderdiler.
Ancak Konstantinopolis’i pek çok kez kuşatan Osmanlı sultanları sayesinde Türk tehlikesini her an ensesinde hisseden Bizans, bununla başa cıkmak için yine Avrupa’dan yardım istemekten vazgeçmedi. Özellikle İmparator II. Manuel Palaiologos 1399 yılında 4 yıl boyunca bunun için çaba sarfetti. Daha sonra iktidara gelen imparatorlar da Manuel’in izinden giderek, kiliselerin birleştirilmesi yoluyla bir ittifak yaratmaya, Avrupa’nın desteğini almaya çalıştılar. Ama bütün bu çabalar Bizans’in 1453 yılında Osmanlılar tarafından ortadan kaldırılmasını engelleyemedi.
İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethiyle Bizans İmparatorluğu’nun binyüz yılı aşan fiziksel varlığı sona erdi. Ancak hem eski başkentinde hem de bir zamanlar sahip olduğu büyük coğrafyada kültürel mirası varlığını sürdürmeye devam etti.
Nazan Öztürk